“Yılın en iyi oyunu”, “yılın sürprizi” gibi ünvanlarla anılan Clair Obscur: Expedition 33, gerçekten bu kadar iyi mi? Gelin bir konuşalım.

Fantastik kurgu, hiç sevmem. Sıra tabanlı dövüş, hiç sevmem. Ama bu oyunu sevdim.
Bu oyunu ilk olarak geçtiğimiz yıl yapılan Xbox sunumlarından birinde görmüştüm. Ama hiç ilgimi çekmemişti. Birbirinin aynısı olan herhangi bir AA RPG oyunundan biri olacağını düşünmüştüm. O kadar ilgimi çekmemişti ki, oyunun fragmanını doğru düzgün izlememiştim bile. Sıra tabanlı olduğunu bile bilmiyordum. Ben oyunun varlığını umursamıyorken, bir baktım oyunun inceleme puanları yayınlandı. Baktım, herkes oyunu övme yarışına girmiş. Baktım bana da inceleme kodu gelmiş. Hadi dedim bir bakayım ve oyunu açtım. Oyunu açarken bildiğim tek şey, oyunun fantastik bir dünyada geçmesiydi. “Orta Çağ’da geçen bir evren, evrende bir şey olmuş ve 33 yaşının üstündeki herkes ölüyor.” sanıyordum.
Hikaye
Oyunu açtım, bir baktım, bu kesinlikle Orta Çağ değil bir kere. Modern zamanlara yakın bir zamanda geçiyor. Bu başta bir ilgimi çekti zaten. Oyun yavaş yavaş bir sunumla açılıyor. Size yavaş yavaş evreni anlatıyor. Paintress adı verilen bir karakter var. Tam olarak ne olduğunu kimse bilmiyor. Bilinen tek şey, bir ada var ve bu adanın ortasında bir kulemsi yapıda bir sayı var. Her sene, Paintress bu sayıyı birer birer azaltıyor. 100’den başlamışlar geri saymaya. 99 mu oldu, 99 yaşındaki herkes ölüyor. 98 mi oldu, 98 yaşındaki herkes ölüyor. Böyle böyle gidiyor. Oyun evrenindeki insanlar, buna dur demenin bir yolu yok mu diyerek bu adaya seferler düzenlemeye başlamışlar. Ama hiçbiri başarılı olamamış ve geri sayım 34’e kadar gelmiş.
Oyun bize kontrolleri verdiğinde gerisayımın 33’e düşmesine birkaç saat kalmış. Yönettiğimiz karakterin bir sevdiği, 33 yaşında ve birazdan sayının 33’e düşmesiyle ölecek. Tüm şehir toplanmış, 33 yaşındaki insanlara veda ediyor.
Paintress gelir, sayıyı 33’e düşürür ve 33 yaşındaki herkes toz olur. Bu artık bir geleneğe dönüşmüş olacak ki, sayı düşümü sonrasında seneye ölecek olan insanlardan oluşan bir ekip adaya sefer düzenliyor. Biz de 32 yaşındaki insanlar + Zonguldak’tan oluşan bir ekiple adaya gidiyoruz.
Oynanış
Oyun aslen burada başlıyor. Tek bir karakteri yönetmiyoruz. Oyunun tek bir ana karakteri yok. Tüm sefer ekibini yönetiyoruz. Açık dünyada gezerken tek tuşla karakter değiştirebiliyoruz. Her karakterin kendi yetenekleri var, aksiyona girerken 3 karakter seçiyorsunuz ve bu 3 karakterle birlikte savaşıyorsunuz. Karakterlerin yeteneklerini birbirleriyle kombolayarak karşınıza çıkan düşmanları alt ediyorsunuz.
Mesela bir karakterim düşmanı yakıyor. Diğer karakterim yanan düşmana saldırdığında kendi canını yeniliyor. Vesayre. Bu şekilde farklı karakterlerin yetenekleri birbirleriyle tamamlayarak karşınıza ne çıkarsa kesiyorsunuz.
Oyunda oldukça çeşitli bir düşman yelpazesi var. Ben en son bu kadar çeşitli düşmanlara sahip ne oynadığımı hatırlamıyorum. Sürekli yeni bir düşman tipi karşınıza çıkıyor ve bunlar birbirinden tek farkı rengi olan düşmanlardan değil. Hepsinin kendine özgü yetenekleri, hareket şemaları var. Bu da oyunun kendini tekrar etmesini engelliyor.
Oyunun daha başında, ilk aksiyona geçince “Eyvah!” dedim, “Bu oyun sıra tabanlıymış.” Sıra tabanlı oyunlarla ilgili tek geçmişi Angry Birds RPG olan benim için muhtemelen inanılmaz sıkıcı bir oyun beni bekliyordu. “Oyunun inceleme kodunu da aldım, şimdi ben buna nasıl video hazırlayacağım?” diyerekten zorakiye oynamaya başladım. Ancak oyunu oynadıkça, oyunu daha çok sevdim.
Yine de oyunun büyüsü benim için o kadar uzun sürmedi. Oyunu ben 25 saatte bitirdim ve 15-16. saatte artık sıkılmaya başladım. Aslen buna tam sıkılma da denmez aslında. Oyunun başında aldığım keyfi almayı bıraktım. Normal düşmanlarla olabildiğince az savaşıp sadece boss fightları yapmaya başladım. Oyunda karşınıza çıkan neredeyse tüm düşmanlardan kaçabiliyorsunuz. Koşa koşa yanından geçerseniz, sizi yakalayamıyorlar ve savaşa girmenize gerek kalmıyor. Bunu fark etmek, oyunun büyüsünü bozmaya biraz katkı sağladı.
Boss fightlara gelirsek. Çok çeşitli boss fightlar var ve neredeyse hepsi çok iyi. Beğenmediğim sanırım sadece 1-2 boss fight var. Hatta sanırım şunu söylebilirim ki, bir oyunda gördüğüm en iyi bosslardan bazıları bu oyundaydı. Oyunun gerçekten dev bir haritası var. Çok fazla yan içerik var. Gittiğiniz her yerden bir şey, her yerden bir boss çıkıyor. Sadece ana hikayeye odaklanarak 25 saatte bitirdim ama bu yan içerikleri yapmaya kalksanız neredeyse oyunun süresi 2 katına çıkıyor.
Bu öyle dev bir firmanın yaptığı, büyük bütçeli bir oyun değil. Bu tarz küçük oyunlardan bu kadar bol içeriğe sahip bir oyun beklemezsiniz ama adamlar yapmış. Oyunu geliştiren Sandfall ekibi yaklaşık 30 kişiden oluşuyor. Tabii ki dışarıdan pek çok firmayla çalışmışlar ancak ana ekip çok çok küçük bir ekip. Buna rağmen çok iyi bir iş ortaya koymuşlar.
Atmosfer
Oyunun kendine has bir görsel estetiği var. Oyun çok Fransız duruyor ve başta rahatsız edici olsa da sonra alışıyorsunuz. Güzel gözüküyor ancak optimizasyonu düzgün yapamadıklarından dolayı oyun çok puslu, çok bulanık gözüküyor. Ben modlarla bunu düzelttim. Eğer oyunu PC’de oynamayı düşünüyorsanız bu modları öneririm.
Oyun, iyi güzel gözüküyor da bazı yerler çok parlak. Bazı yerler çok karanlık. Buna tam ne denir bilmiyorum ama ışıklar ve renkler bazı sahnelerde çok amatör duruyor. Işıkların parlaması vesayre, benim Unreal Engine’de geliştirdiğim dandik oyun denemeleri gibi gözüküyor. Bir şey doğru değil, ama tam olarak ne olduğunu bilmiyorum.
Onun dışında atmosfer çok iyi, animasyonlar, ara sahneler vesayre çok iyi. Hikaye sunumuna önem vermişler ve güzel bir iş ortaya çıkmış. Ben her ne kadar hikayenin sonlara doğru gittiği yeri beğenmesem de, hikaye sunumu gerçekten çok iyiydi. Oyunun seslendirmen kadrosu çok çok iyi. Pek çok ünlü oyuncu, oyunun seslendirme kadrosunda yer alıyor ve gayet iyi iş çıkarmışlar.
Müzikler de iyimsi. Evet, güzeller ama bir film, dizi, oyun müziğinin iyi olması yeterli değildir. Onun sahneye de uygun olması gerekir. Burada çoğu zaman çalan müzik, güzel olmasına güzel ama sahneye uymuyor.
Oyunun müziklerini, YouTube’tan vesayre açıp açıp dinlersiniz, çok iyi müzikleri var. Ama müzik-sahne uyumu bence kötü. Müzik sahne uyumu demişken, bu işin zirvesi budur.
Bir oyunda en nefret ettiğiniz şey nedir? Benim haritada kaybolmak. Mass Effect 1, en sevdiğim oyunlardan biri. Oyunun çok fazla sorunu var, çok eski. Çok kütük. Ancak oyunu birine önerirken en büyük çekincem bunlardan biri değil. Oyunun başındaki Citadel bölümünde kaybolmamanızın imkansız olması.
Oyun Warband gibi. Hani onda da dev bir harita vardır. Kalelere, şehirlere girdiğinizdeyse harita vesayre olmaz. Yolunuzu kendiniz bulursunuz. Burada da öyle. Mekanlara giriyoruz, bunu biraz da dungeon gibi düşünebilirsiniz. Ancak bunların içerisinde hiç yönlendirme yok. Doğru yere mi gidiyorum, kayıp mı oldum, gittiğim yer doğru bir yer mi, ben neredeyim? Hiç emin olamıyorsunuz. E bu da sürekli sizi rahatsız etmeye başlıyor. Bir yol ayrımına çıktığınızda, kaybolup bölüme baştan başlama korkusu oyundan aldığınız keyfi düşürüyor. Yol ayrımına geliyorum. Acaba buralarda ne varmış diye giresim geliyor ama yolu bulamam diye bakmıyorum.
Sonuç
Sıra tabanlı oyunlarla hiç alakası olmayan ben bile bu oyunu sevdiysem, herkese en azından bir denemesini öneririm. Oyun, Game Pass’te de bulunuyor bu arada. Ucuza oynamak istiyorsanız Game Pass’ten deneyebilirsiniz. Oyun pek çok yerde “Yılın Oyunu” olarak anılmaya başladı bile. Bence kesinlikle bu ünvanı hak etmiyor ama gayet iyi bir oyun.

Bu incelemeyi video formatında izleyebilirsiniz.